İsrail'i ilk tanıyan ülke hangisidir ?

Ruzgar

New member
Kişisel Bir Bakış: Tarih, Algı ve Gerçeklerin Arasında

İlk kez Ortadoğu tarihine gerçekten merak sardığımda, fark ettim ki, her bilgi tek başına bir gerçeği değil, bir bakış açısını yansıtıyor. İsrail’in kuruluş süreci de tam olarak böyle bir alan: kimine göre bağımsızlık mücadelesi, kimine göre emperyalizmin ürünü. Bu tartışmalar içinde en dikkat çekici soru şu oldu: “İsrail’i ilk tanıyan ülke hangisiydi ve neden?” Cevap basit görünse de, ardındaki politik, insani ve ahlaki katmanlar oldukça karmaşık.

Tarihin Kayıtlarına Göre: ABD’nin Hızlı Tanıması

14 Mayıs 1948’te David Ben-Gurion, İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilan etti. Aynı gün, sadece 11 dakika sonra, Amerika Birleşik Devletleri İsrail’i fiilen tanıdı. Başkan Harry S. Truman’ın bu kararı, yalnızca diplomatik bir jest değil, aynı zamanda Soğuk Savaş’ın gölgesinde şekillenen bir stratejik hamleydi. ABD’nin tanımasıyla ilgili resmi belgeler, Truman’ın kendi kabinesiyle dahi fikir ayrılığı yaşadığını gösteriyor. Dışişleri Bakanı George Marshall, tanımanın Ortadoğu’da istikrarsızlık yaratacağını ve Arap dünyasını Sovyet etkisine itecek bir hata olacağını savunmuştu.

Ancak Truman, hem iç politikada Amerikan Yahudi lobisinin etkisini hem de savaş sonrası vicdanın yükünü göz önünde bulunduruyordu. Nazizm’in yıkımından çıkan dünya, Yahudilere bir “vatan” fikrine sempatiyle bakıyordu. Bu tanıma, bir yönüyle insani duyarlılığın, diğer yönüyle politik hesapların bileşkesiydi.

Sovyetler Birliği’nin Rolü: İdeolojik mi, Jeopolitik mi?

İlginçtir ki, ABD’den sonra İsrail’i resmen tanıyan ikinci büyük güç Sovyetler Birliği oldu. Üstelik Stalin yönetimi, 1947’de Birleşmiş Milletler’in Filistin taksim planını desteklemişti. Bu durum, ideolojik bir paradoks yaratıyordu: Komünist blok, teoride anti-emperyalistti; fakat pratikte yeni bir devletin doğuşunu destekliyordu.

Tarihçiler, Sovyetlerin bu kararı Filistin’deki İngiliz etkisini zayıflatmak ve Ortadoğu’ya nüfuz etmek için stratejik bir adım olarak yorumluyor. Ancak kısa sürede Sovyetler, İsrail’in Batı’ya yöneldiğini fark edip desteğini çekti. Bu durum, uluslararası tanımanın yalnızca “diplomatik bir onay” değil, aynı zamanda “politik bir test” olduğunu gösteriyor.

Erkeklerin Stratejik, Kadınların Empatik Yaklaşımları Üzerine

Bu konuda tarih yazımında dikkat çeken bir fark da, olayları analiz etme biçimlerinde görülüyor. Erkek tarihçilerin çoğu, tanıma süreçlerini stratejik, güç dengesi merkezli okuyor. Kim, hangi çıkar için kimi tanıdı? Hangi devlet hangi petrol hattını düşünüyordu?

Kadın araştırmacıların çoğunda ise daha ilişkisel ve empatik bir bakış var: Bu tanıma, insanlık vicdanı açısından ne anlama geliyordu? Göçmenlerin, soykırımdan kurtulanların, sürgün edilenlerin duygusal gerçekliği bu kararların neresindeydi?

Elbette bu iki bakış biçimi birbirini dışlamıyor. Tam tersine, biri diğerini tamamlıyor. İsrail’in tanınması, hem bir strateji meselesi hem de bir insanlık dramının yansımasıydı. Erkeklerin “çözüm odaklı” yaklaşımlarıyla kadınların “insan merkezli” duyarlılığı birleştiğinde, tarih daha bütüncül okunabiliyor.

Arap Dünyasının Tepkisi ve Eleştirel Değerlendirme

İsrail’in tanınması, Arap dünyasında büyük bir kırılma yarattı. Mısır, Ürdün, Lübnan, Suriye gibi ülkeler bu kararı Batı’nın sömürgeci mirasının devamı olarak gördüler. Özellikle 1948 Arap-İsrail Savaşı’nın ardından bu tepki, uzun yıllar sürecek bir bölgesel düşmanlığa dönüştü.

Eleştirel açıdan bakıldığında, tanımanın zamanlaması ve yöntemi, Filistin halkının geleceğini gölgede bırakmıştı. Bir devletin doğuşu kutlanırken, bir diğer halkın toprak kaybı ve kimlik krizi göz ardı edildi. Bugün bile Filistin meselesinin çözülememesi, o dönemdeki tanıma süreçlerinin eksik hesaplanmış sonuçlarıyla doğrudan bağlantılı.

Güvenilir Kaynaklardan Bulgular: Belgeler ve Tanıklıklar

Amerikan Ulusal Arşivleri’ndeki Truman belgeleri, kararın nasıl alındığını açıkça gösteriyor. 1948 tarihli “Recognition of the State of Israel” belgesinde Truman, kararı bizzat el yazısıyla onaylamış. İngiliz Dışişleri arşivlerinde ise tanımanın aceleci bulunduğu, hatta bazı diplomatların “Ortadoğu’da yeni bir sorun doğuyor” ifadesini kullandığı belgelenmiş durumda.

Ayrıca, Birleşmiş Milletler kayıtlarında 1947 Taksim Planı oylaması sırasında farklı ülkelerin tutumları da bu sürecin uluslararası boyutunu gösteriyor: 33 ülke lehte, 13 ülke aleyhte, 10 ülke çekimser kalmıştı. Bu sayılar, o dönemde bile küresel bir uzlaşmazlık ortamının var olduğunu kanıtlıyor.

Eleştirel Sonuç: Tanıma mı, Onay mı, Sorumluluk mu?

İsrail’i ilk tanıyan ülke ABD idi, evet. Ama mesele yalnızca “ilk kimdi” değil, “neden”di. Tanıma, bir devletin varlığını kabul etmekten öte, tarihsel bir sorumluluk üstlenmek anlamına geliyordu. O sorumluluğun bir kısmı, o günden bugüne taşındı: Filistin meselesi hâlâ çözülmedi; uluslararası toplum hâlâ çelişkili tutumlar içinde.

Bu noktada sormak gerek:

– Bir devleti tanımak, aynı zamanda o devletin doğurduğu sonuçları da tanımak mıdır?

– Uluslararası meşruiyet, vicdanla mı, güçle mi ölçülmelidir?

– Bugünün tanımaları, geleceğin çatışmalarını mı doğuruyor?

Tarih, yalnızca geçmişin değil, bugünün aynasıdır. İsrail’i ilk tanıyan ülkenin ABD olması, dünyanın sadece diplomatik dengelerle değil, insanlığın vicdanıyla da şekillendiğini hatırlatıyor. Gerçek eleştirel düşünce, bu iki kutbu birleştirebildiğimiz noktada başlıyor.
 
Üst